Balkanlar ve Doğu Avrupa

505.000 km2lik bir alana sahip Balkan bölgesinin birçok dağ ve nehri barındırması ulaşımı, dolayısıyla iletişimi olumsuz yönde etkilemiştir. Balkanların parçalı olmasının önemli sebeplerinden biri de budur. Tarihsel sürecin sonucu bize, dağ kültürü ile ova kül­türünün, kuzey-güney ayrımcılığının, Katolik-Ortodoks farklılaşmasının, Hristiyan-Müslü­man dinsel fanatizminin çatışma örneklerini sunmaktadır. Balkanlar, tarih boyunca büyük güçlerin hâkimiyet için mücadele ettiği bir bölgedir. Farklı dilleri, dinleri ve kültürleri barındırmasında coğrafi özelliklerinin de payı büyüktür. Balkan yarımadasında dağların ve nehirlerin insan yaşantısını şekillendiren unsurlar olduğunu dağ kültürü ile ova kül­türünün çatışmasında, kuzey-güney ayrımcı­lığında, Katolik-Ortodoks farklılaşmasında, Hristiyan-Müslüman bölümlenmesinde gör­mekteyiz.

Bulgaristan’da nüfusun %10’unu oluşturan Türk azınlık, yoğun olarak Sofya, Şumnu, Kırcaali, Filibe, Dobruca bölgelerinde yaşamaktadır. Türklerin azınlık hakları, imzalanan antlaşmalarda garanti altına alınmasına rağmen, bu haklara genellikle uyulmamıştır. Hatta buradaki Türkler, asimilasyon politikalarının bir neticesi olarak büyük işkenceler bile görmüşlerdir. Türk okulları, 1975’te Bulgar okulları içinde eritilmiş ve 1970’li yılların başında Türkçe ile eğitim yapılması yasaklanmıştır. Bulgar hükümeti, Türklerin Osmanlı döneminde zorla İslâmlaştırılmış Bulgarlar oldukları gerekçesiyle adlarını Bul­garlaştırmaya çalışmış ve Todor Jivkov’un başını çektiği Türk karşıtlığı çerçevesinde 1983’te bunun için çalışmaya başlamıştır. Ancak adlarını değiştirmek istemeyen bin­den fazla insan öldürülmüş ve pek çok kişi de tutuklanmıştır. Bulgar yönetimi, bununla yetinmeyerek camileri kapatmış; Türkçe ko­nuşulmasını yasaklamış, mevlid ve sünnet törenlerini engellemiş, Müslümanların İslamî kurallara göre gömülmesine karşı çıkmıştır. Bütün bu yaşananlar, ülkedeki Türkleri ha­rekete geçirmiş ve 1988’de Şumnu civarında büyük bir protesto hareketinin yaşanmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda da hü­kümet, çok sayıda Türkü sürme kararı almış ve 300 binden fazla Türk, Türkiye’ye göç etmiştir. Aslında buradaki Müslüman nüfus, ilk kez 1877-1878 Rus işgali sırasında göçe zorlanmış ve o tarihten sonra da belli aralık­larla bu hareket devam etmiştir. Ancak bir süre sonra durum karmaşık bir hâl almaya başlayınca Türk makamları, sınırı kapatmak zorunda kalmış ve hatta 130 bin kadar göç­men, ekonomik imkânsızlıklardan dolayı geri dönmüştür.

Ülkesindeki azınlıkları “ana dili Bulgarca olmayan Bulgar vatandaşları” şeklinde tanımlayan Bulgaristan’da, Pomaklar da Bulgar olarak kabul edilmektedirler. Ancak Türklere uygulanan politikalar, zamanında bu topluluğa karşı da yürütülmüştür. Pomakların adları da zorla değiştirilmek istenmiş ve direnenlerden çoğu öldürülmüş ya da sürülmüştür. Durumları 1990 yılında düzelme gösteren Pomak oylarının çoğu, mecliste temsil hakkı kazanan Haklar ve Özgürlükler Hareketi’ne yönelmiştir. Po­maklar, bir kısmı Balkan Savaşları sırasın­da Türkiye’ye de göçmüş bulunan Müslü­man bir Türk toplumudur. Pomakçanın söz varlığı Türkçe, Bulgarca ve az miktarda da Yunanca kelimelerden oluştuğu için özellikle Bulgaristan ve Yunanistan, Balkanlardaki bu Türk toplumunu kendilerine mal etmeye çalışmaktadırlar.

Balkan Savaşlarının ardından Yunanis­tan ile Türkiye arasında imzalanan 1913 ta­rihli Atina Antlaşması, ardından Yunan Sevr’i olarak anılan antlaşma ve son olarak Lozan Antlaşması ile ülkedeki Türk azınlığa önemli haklar tanınmış olmasın rağmen, Yunan hü­kümeti bunlara çok fazla bağlılık gösterme­miştir. Daha çok Batı Trakya bölgesinde ya­şayan Türk nüfusun sayısı, 150 bin dolayın­dadır. Yunanistan, bu nüfusu etnik değil, dinî bir topluluk olarak kabul etmekte ve onları “Yunan Müslümanları” diye adlandırmakta­dır.

Türkiye ile Yunanistan arasında Mil­letler Cemiyeti gözetiminde yapılan “zorun­lu mübadele” ile iki ülke, kendi ulusal dev­letlerini oluşturma yolunda önemli aşama kaydetmişlerdir (Nüfus mübadelesi fikri, I. Dünya Savaşı’nın ardından ilk olarak Pa­ris’te Venizelos tarafından dile getirilmiştir. Neuilly Anlaşması’na konan bir madde ile Makedonya’da yaşayan Bulgar kökenliler ile Bulgaristan’da yaşayan Yunanlılar yer de­ğiştirmek zorunda kalmışlardır). Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan mübadele, Yunan-Bulgar mübadelesine kıyasla çok daha geniş kapsamlı olmuştur. Aslında Türkiye, iki ülke için de tam bir değişimden yana olmuştur. Ancak Yunanistan, Elenizm’in İs­tanbul’dan vazgeçmediğinin simgesi olarak Patrikhanenin İstanbul’da kalmasını istemiş; Patrikhaneye bir cemaat gerekeceği için de İmroz, Bozcaada ve İstanbul’da yaklaşık 120 bin kadar Rum nüfusun kalmasını talep et­miştir. Buna karşılık Türkiye de aynı miktar­da Türk nüfusun Batı Trakya’da bırakılmasını istemiştir.

Daha çok Türklerle birlikte hareket eden Pomaklara karşı da son dönemlerde farklı politikalar izlenmektedir. Pomak kül­türü, dili ve edebiyatı canlandırılarak Pomak kimliğinin oluşmasına çalışılmakta; böylece bu topluluğun, kendileri gibi Müslüman olan Türklerden uzaklaştırılması hedeflenmekte­dir.

Makedonya’da Türkler daha çok Üsküp, Manastır, Gostivar, Kalkandelen, Ohri ve Resne şehirlerinde yaşamaktadır. Sayıları 150 bin civarında olan Makedonya’daki Türklerin eğitim sorunları da diğer Balkan ülkelerinin çoğunda olduğu gibi Balkan Sa­vaşları ile başlamıştır. Çünkü savaş sonrası Türkiye ile bağlar kopmuş, eğitim ve kültür alanında yardım alamayan Türkler, Türk­çe bilmeden öğrenim görmüşlerdir. Ayrıca Türkçe ile eğitim görülebilmesi için belli sa­yıda öğrenci bulunması şartı da yerine getiri­lememiştir. Çünkü Türk nüfusun Makedon­ya’da dağınık olarak bulunması, bu durumu zorlaştırmıştır. Bununla birlikte Temmuz 1992’de kurulan Türk Demokratik Partisi, dil, eğitim ve kamu hakları konusunda Türk azınlığı memnun eden birtakım çalışmalarda bulunmuştur. Meselâ 2005 yılında Gostivar Belediyesi’nde Makedonca ve Arnavutçanın yanı sıra Türkçenin de resmî dil olması sağ­lanmıştır. 2001 yılında yapılan Ohri Çerçeve Anlaşması Makedonya ve Arnavut yetkililer arasında yapılmıştır. Bu görüşmelere Türk, Arnavut, Sırp, Ulah, Torbeş ve diğer azınlıklar dâhil edilmemiştir. Her ne kadar anlaşmanın içeriği halkların ortak katılımı, beraberce ya­sama ve yerel idarelere daha fazla yetki veril­mesi şeklinde açıklansa da, daha çok Arnavut çıkarları gözetilerek anlaşmaya varılmıştır. Örnek vermek gerekirse 1996 yılında çıkarı­lan Yerel Yönetimler Yasası’na göre belediye­lerde %20’lik nüfusa sahip millîyetlerin, dil­lerini resmî dil olarak kullanılabilme imkânı verilmiştir. Fakat Ohri Anlaşması sonrasında yapılan değişikliklerle belediyelerin sınırları tekrar belirlenip 123’den 87’ye düşürülünce Türkler %20 sınırının üzerinde oldukları yer­lerde bu sınırın altına inmiştir. Aşağı Banitsa Belediyesi’nde Türklerin nüfusu %29.23 iken bu belediyenin Gostivar Belediyesi’ne eklen­mesi ile Türkçenin resmî kullanımı ortadan kalkmıştır. Yine Vrapçiste Belediyesi’nde Türklerin nüfusu %36.48 iken bu belediyeye Negotin Belediyesi’nin eklenmesi ile Türk­lerin belediyedeki nüfusu %12.34’e düş­müştür. Fakat TDP’nin, Arnavutların DUI (Demokratik Bütünleşme Birliği) partisi ile yerel çapta başlattığı işbirliği sayesinde Vrap­çiste ve Gostivar Belediyelerinde, Belediye Meclis kararıyla Türkçenin resmî dil olarak kullanılması da kabul edilmiştir. Günümüz­de Türkçenin resmî dil olarak kullanıldığı altı belediye vardır. Bunlar; Merkez Jupa, Plas­nitsa, Mavrova-Rostuse, Vranestitsa, Vrap­çiste ve Gostivar’dır. Yerel belediyelerde %20 ’nin üzerinde nüfusu olan azınlıkların, resmî dairelerde, kendi anadillerinin kullanılabil­mesine imkân verilmesi önemli bir gelişme­dir. Fakat Türk toplumunun ülke genelinde dağınık halde yaşaması Türklerin bu hakkı kullanmasını sınırlamaktadır.

Avarların torunları olarak bilinen Pomaklar, Makedonya’da Torbeş diye ad­landırılmakta ve Pirin ile Vardar Ovası’nda yaşamaktadırlar. Makedonya, bunların Müs­lüman Makedonlar olduğunu iddia etmekte­dir. Kelimenin kökeni, bazılarına göre “dört-beşler” şeklinde açıklanmaktadır. Kumanlar, Balkanlara ilk gelişlerinden Osmanlı sonra­sına kadar (hatta günümüze kadar) saflarını dört-beş kez değiştirmeye zorlanmışlar ve bundan dolayı da “dört-beşler” olarak anıl­mışlardır. Torbeş kelimesinin de buradan çık­tığı düşünülmektedir. Fakat Osmanlı arşivle­rinde bu adlandırma yer almamakta; bunlar aslen Türkbaş olarak nitelendirilmektedirler.

Kosova, 17 Şubat 2008 tarihinde bağımsız­lığını ilân ederek Sırbistan’dan ayrılmıştır. 2 milyonluk nüfusun % 88’ini Arnavut­lar, % 8’ini Sırplar, geri kalanını ise Türkler, Boşnaklar ve Goralılar oluşturmaktadır.        Ülkede resmî olarak konuşulan diller Arnavutça ve Sırpçadır. 50 bin kişinin konuştuğu yerel dil olarak kabul edilen Türkçe, sadece Prizren Belediyesi’nde resmî dil statüsüne sahiptir. Türkler bugün Prizren Mamuşa, Priş­tine, Gilan, Dohırçan, Mitroviça ve Vıçıtırn gibi yerleşim merkezlerinde toplam 11 ilköğ­retim okulunda ve 6 lise ile Priştine Üniversi­tesi’nde eğitim görmektedirler. Ayrıca Türk­lere yönelik yayın organları da bulunmakta­dır. Meselâ haftalık Tan Gazetesi ile Türk Demokratik Birliği’ne ait Sesimiz Gazetesi; Çevren, Çığ, Kuş, Bay, İnci dergileri; günde yarım saat haber yayını yapan Priştine Tele­vizyonu ve yerel radyolar bulunmaktadır. Ko­sova ve Sancak Türkleri, Balkanlardaki diğer Türk toplulukları gibi dil ve kültürlerine bağlı kalmaya çalışmakta; Türkiye’ye bağlılıklarını sürdürmektedirler. Kosova’da yaşayan Türk­lerin çoğu eski Yugoslavya dönemindeki hak­larından daha geride olduklarını düşünmek­tedirler. Dinsel bakımdan aynı inancı payla­şan Arnavut çoğunluğun arasında dillerini kaybetmenin daha kolay olacağını ileri süren Türk toplumu temsilcileri Türkçenin resmî dil statüsünde olmasını talep etmektedirler.

Romanya’da Türkler ve Tatarlar ağırlıklı olarak Tuna nehri yakınlarındaki Dobruca’da, Köstence’de yaşamakta ve en büyük azınlık grubunu oluşturmaktadır. 1930’da Türk, Tatar ve Gagauzlar birlikte toplam 288.073 kişiyle Romanya’da nüfusun % 1,6’sını oluştururken; 1992’ye gelindiğinde toplam 29.533 Türk ve 24.649 Tatar kaldığı görülüyor (birlikte yaklaşık % 0,2). Fakat Türklerin Romanya’dan göçü sosyalist rejimin kurulmasından önce oldu. Nitekim 1948’e ait bir istatistiğe göre ülkede yalnızca 28.782 Türk ve Tatar yaşamaktaydı. 1992’ye kadar geçen sürede bu sayının neredeyse sabit kalması Türkler arasında Türkiye’ye göçün Sosyalist dönemde de devam ettiğini gösteriyor. Romanya Türklerinin sorunları daha çok Hakses gazetesinde yer bulmaktadır. Daha önce çıkan gazetelerin bir çoğu maddi imkansızlıklardan dolayı kapanmıştır. Dobruca Devlet Radyosu’nun günlük yarım saatlik yayınının dışında Radyo-T tam gün Türkçe yayın yapan tek araçtır. Romanya’da çok sayıda merkezde Türkiye Türkçesi öğretilmektedir. Yunus Emre Kültür Merkezi’nin Bükreş ve Köstence’de iki şubesi vardır. Bu iki şubede bu zamana kadar 2500 Romanyalı Türkçe kursuna katılarak sertifikalarını almışlardır. Bükreş Üniversitesi bünyesinde Türk Bilimleri Enstitüsü’yle birlikte Osmanlı Çalışmaları Merkezi bulunmaktadır. Ayrıca Köstence Üniversitesi’nde Türk ve Türki Dünya Enstitüsü’nün bulunması Romanya’da Türkiye ve Türk dünyasına olan ilginin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Romanya Türk toplumu için hazırlanan kitaplar çok eski tarihli olup çağdaş yaklaşımlardan uzaktır. 2015 yılında TİKA’nın Türkçe sınıfları ve Türkçe kitaplarını yenileme kararı alması Türkçe dersi alan 5000 öğrenciyi rahatlatmıştır. Romanya Anayasası ve kanunları azınlıklara geniş haklar tanımıştır. Ancak Türklerin bu haklardan yeterince yararlandığı söylenemez. Dilsel ve kültürel hakları zaman zaman kısıtlansa da buna yeterince ses çıkarmayan Türk toplumu bu yönde bilinçlendirilmelidir. Romanya’da bir arada yaşayan Türk toplulukları bir ana gövdenin dalları olduğu şuuruyla hareket etmeli, birbirlerini küçümseyici ve dışlayıcı tutumlardan sakınmalıdır.

Bugün ağırlıklı olarak Moldova’nın güneyinde Gagauz Özerk Bölgesi olarak adlandırılan 1800 km2 bir alanda (Ülke yüzölçümünün %5’i) 160 bin civarında bir nüfusla temsil edilen Gagauz Türklerinin dünyadaki nüfusu 250-300 bin civarındadır. Yunanistan’da, Romanya’da ve Bulgaristan’da yaşayan Gagauzların büyük bir bölümü zaman içinde asimile edilerek kültürel köklerinden uzaklaşmıştır. Kazakistan, Rusya ve Ukrayna’da yaşayan Gagauzlar da var. Hatta, 1912, 1920, 1935’te Brezilya’ya gidip yerleşen pek çok Gagauz Türk’ü zamanla asimile olsalar da geleneksel bir biçimde kendilerine Gagauz demektedirler. Ukrayna’nın Odessa ve Rusya’nın Rostov kentleri çevresinde de Gagauz yerleşimleri bulunmaktadır. Ayrıca, Kazakistan’daki Semipalâtinsk’te ve Kırgı­zistan ile Özbekistan’ın başkentleri Bişkek ve Taşkent çevrelerinde, Stolpin’in 1908’de başlattığı toprak reformu kapsamında, ataları buralarda yerleşmeye zor­lanan küçük Gagauz grupları yaşamaktadır. Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan Moldova’daki 1994 parlamento seçimlerinden sonra hem yeni başbakan Sangheli hem de cumhurbaşkanı Snegur, özerk bir Gagauz yönetiminden söz ettiler. Böylece Moldova Parlamentosu, 23 Aralık 1994’de Gagauzlara özerklik veren bir yasayı kabul etti. Bu yasanın temel hedefi “Moldova Cumhuriyeti’nin bir bileşeni olan Gagauzlara self determinasyon biçiminde bir hukuki statü çerçevesinde bölgesel özerklik verilmesiydi”. Bu yasaya göre Gagauz Yeri halkın %50’den fazlasını Gagauzların oluşturduğu tüm bölgelerden oluşmaktadır. Bu temelde 1995 yılının Mayıs ayında Moldova’nın Gagauz halkının yaşadığı tüm güney muhitlerinde yeni özerk bölgeye katılım için referanduma gidildi. 30 topluluk Gagauz Yeri’nin 1 Ocak 1996 tarihinde kurulması lehinde oy kullanıldı. Gagauz Yeri, Özerk Kırım Cumhuriyeti ile birlikte Doğu Avrupa’da etnik çatışmaların teritoryal özerklik ile çözülebildiği tek örnek oldu. Gagauzya’nın Gagauzca, Moldovca ve Rusça olmak üzere üç resmi dili vardır:  Rusça en yaygın konuşulan dildir, Rumence yeterlilik çok düşük seviyededir. Kendine ait Silahlı Kuvvetleri bulunmayan Gagauz Özerk Bölgesi’nin Moldova’da İçişleri Bakanlığı’nda Genel Polis Denetleme Kurumu’na bağlı yerel polis teşkilatı bulunmaktadır.

Gagauzya Özerk Bölgesi üç bölgeye ve bazı topluluklara bölünmüştür. Gagauzya Özerkliği’ne ait 32 yerleşim noktası bulunmaktadır. Başkent Komrat’ın kendi yerel yönetim teşkilatı vardır. Gagauz Özerk Bölgesinin dışında Bulgaristan (Varna, Dopriç’de yoğun), Ukrayna ve Yunanistan’da yaşayan Gagauzların kültürel kimlikleri Gagauzya bölgesi hariç, yok olma tehlikesi içindedir. Ekonomik sorunlar nedeniyle çoğu iyi eğitim almış Gagauz nüfusun büyük bir kısmı da Rusya ve Türkiye’de işçi olarak çalışmaktadır. Gagauz erkekleri Rusya’da daha çok inşaat işlerinde, kadınları ise Türkiye’de ev işlerinde ve yaşlı –çocuk bakımı gibi işlerde çalışmaktadır. Güneydoğu Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasında müşterek coğrafya, kültür ve tarih paylaşılmaktadır. Bu durumda potansiyel güce sahip olan Türkiye’ye düşen ilk görev bölge ülkeleri arasındaki gerginlikleri gidermek ve bölgesel bütünleşmeleri teşvik etmektir. Türkiye bölgede yüksek düzeyde ziyaretleri, ticaret anlaşmaları, hükümet dışı örgüt düzeyinde faaliyetleri, enerji bağlantıları ile kültürel ve insani çabalar göstererek daha güçlü köprüler inşa etmiştir. Bu çabalar, bölgenin kalkındırılmasına yönelik olumlu etkiler oluşturmuştur. 250 bin Ortodoks Hristiyan Gagavuz Türk’ü dışında, bölgedeki 5 milyonluk Türk-İslam dairesi içindeki nüfus, Türkiye’nin bölgeyle ilgilenmesini gerektiren en önemli sebeplerin başında gelir.

Soğuk Savaş’ın başlangıcından sonuna kadar Balkanlardaki Türk azınlıkların duru­muna ilişkin olarak Bulgaristan hariç olmak üzere diğer devletlerle ciddi bir sorun olma­mıştır. Balkan ülkeleri içinde Romanya’daki Türk azınlık genel olarak şimdiye kadar en iyi uyumlu olmuş ve yok denecek kadar az prob­lemi olan Türk topluluğu olarak kabul edil­mektedir. Eski Yugoslavya coğrafyasında ya­şayan Türklerin ise bu dönem boyunca büyük bir göçle veya şiddet boyutuna varacak bir sorunla karşılaşmadıkları bilinmektedir. Batı Trakya’daki Türkler ise iki ülke arasındaki sorunlardan her zaman doğrudan etkilenen bir Türk topluluğu olmuşlardır. Türkiye’nin Türk azınlık bağlamında Balkanlarda en çok sorun yaşadığı ülke Bulgaristan ve Yunanis­tan olmuştur.

1990 sonrasında Türkiye dış politika­sında, Balkanlarda ortaya çıkan yeni devletler ve buralarda yaşayan Türklerin statülerini ve kazanılmış haklarını gözetmeye, iyileştirmeye ve bağları geliştirmeye ayrı bir önem vermeye başlamıştır. Balkanlarda yaşayan Türklerin bulundukları ülkelere uyumlu olmaları, statü­lerinin iyileştirilmesi ve haklarının her zaman gözetilmesi Türkiye’nin 1990 sonrası Balkan politikasının esasını oluşturmuştur. Balkan­ların mevcut ve gelecekteki konjonktürünün şekillenmesinde Türkiye’nin başat aktörler­den biri olmayı hedeflemesi, buranın Türkiye ve Batı Avrupa arasında stratejik bir bağlantı alanı olmasından; Avrupa kurumlarına enteg­re olma sürecinde Balkanlarla olan bağının muhafaza ve teşvik edilmesi gerektiğinden ve bölgede uzun bir geçmişi olmasındandır.

Türkiye açısından Balkan bölgesi pek çok tarihî, sosyokültürel, ekonomik ve politik nedenden ötürü hem jeopolitik hem de jeostratejik açıdan büyük önem arz etmektedir. Beş asırdan fazla bir süre Balkanlarda ege­men olan Osmanlı Devleti’nin mirası üzerin­de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu coğ­rafyada yaşayan Türkler ve diğer milletlerle derin tarihî ve sosyokültürel bağları vardır. Türkiye ile Balkan ülkeleri arasında yaşayan Türk ve akraba toplulukları arasında sıkı ilişkiler mevcuttur. Soğuk Savaş sonrası Bal­kan ülkeleriyle Türkiye arasında hem resmî hem de özel sektör kanalıyla ticaret hacminin hızla arttığı görülmektedir. Balkanlar Türkiye ekonomisi için önemli bir pazar hâline geti­rildiğinde bütünleşme daha sağlamlaşacaktır.

Kara ticaretinde Türkiye’yi Batı Avru­pa’ya bağlayan yolların bu coğrafya üzerin­de olması Balkanları, Türkiye açısından çok önemli konuma getiren bir başka nedendir. Balkanlarda barış ve istikrar ortamının sürek­liliği, hem Türkiye’nin güvenliği hem de Tür­kiye’nin Avrupa ile olan ekonomik ve politik ilişkilerin aksamadan devamı açısından önem taşır.

Balkan ülkeleri Avrupa Birliği ile bir bütünleşme sürecine girmiş Slovenya 2004’te, Bulgaristan ve Romanya 2007’de ve Hırvatistan 2013’te Avrupa Birliği’ne tam üye olarak katıldılar. Bunun yanında Arnavut­luk, Sırbistan, Makedonya, Karadağ, Bosna-Hersek ve Kosova ile Avrupa Birliği arasında­ki ilişkiler “İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları” çerçevesinde yürütülmektedir. Avrupa Birliği içinde umduğunu bulamayacak olan bölge ülkeleri için Türkiye’nin çekim alanı olması için gerekli politikaların oluşturulması gere­kir. Bölgedeki Türk ve Müslüman unsurların varlığı Türkiye’yi diğer ülkelere göre avantajlı kılmaktadır.

Balkan ülkelerinin ekonomilerindeki dışa bağımlılık, köklü devlet yapılarının bu­lunmayışı, güçlü bölgesel bütünleşmelerin parçası olmayışları zayıf yanlar olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca etnik sürecin diri olma­sı Balkan coğrafyasında kimliği oluşturmada kullanılan “düşman” ya da “öteki” yi genellik­le yan komşu hâline getirmektedir. Yan kom­şu, hem sınırların diğer tarafındaki devlet/millet hem de -Balkanlardaki hakların iç içe geçmişliğinin bir sonucu olarak- o milletin bu devlet içerisinde azınlık olarak kalan unsur­ları yani yan evdeki insan anlamında kullanı­labilir.

Balkanlarda Roma-Bizans, Osmanlı ve Habsburg İmparatorluklarının şekillendirici etkisi büyük olmuştur. Osmanlı mirası bugün daha çok Türkiye ile birlikte Balkanlarda his­sedilmektedir. Balkanların Türkiye’nin Avru­pa-Atlantik kurumlarına katılım için fiziksel bir köprü olarak görülmesi stratejik önemini artırmaktadır. Bu yüzden Türkiye bu coğraf­ya üzerinde kendisini hissettirmeli bölgeye yönelik ilgisini stratejik planlamalara dayan­dırmalıdır. ABD, Rusya ve Avrupa Birliği gibi büyük güçlerin hâkimiyet alanı olarak Bal­kanlarda Türkiye algısı ülkeden ülkeye de­ğişmektedir. Türkiye’nin Balkanlara yönelik aktif politikası çeşitli uluslararası aktörlerin dikkatini çekmiş ve bazı Balkan ülkelerinde rahatsızlığa sebep olmuştur. 1990’lardan bu yana Türkiye’nin Balkanlara dair yaklaşımı “Yeni Osmanlıcılık” yakıştırması yapılarak eleştirilmiştir. Bu haksız eleştiriler karşısında bazen atılması gereken adımların atılamadığı görülmektedir. Türkiye’nin bölgedeki soydaş ve akraba topluluklara yönelik ilgisinin işgalci ve yayılmacı amaçlar taşımadığı, barışçıl an­layışlar çerçevesinde bölgedeki huzur ve gü­venin artırılmasını, sağlanmasını hedeflediği anlatılmalıdır. Balkanlardaki istikrarsızlık ve güç boşluğu bölgeyle ilgili geçmişten gelen bağları nedeniyle Türkiye’nin desteğini talep etmektedir. Türkiye’nin en yakın Batı kapısı olan Balkanlar Türkiye için bir arka bahçe değil, yardım etmeye çalıştığı yakın çevre olmalıdır.

Karışık bir yapıya sahip olan Balkan ülkeleri tarih boyunca en yavaş ilerleyen coğrafyalardan biri olarak nitelendirilebilir. Balkan ülkelerinin doğalarında barındırdığı özellikleri güvenlik ve istikrar sorunu, siyasi diyalog noksanlığı, ülkelerin çoklu etnik yapı­sı, ekonomik zayıflığı gibi durumlarını denge­leyecek başka uluslararası aktörlerin mevcu­diyetini zorunlu kılmıştır.

  Balkan ülkeleri her ne kadar birbirle­rine karşı çeşitli mücadele ve düşmanlıklar besleseler de gelecekleri için aynı vizyona sahip oldukları söylenebilir. Özellikle, So­ğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte onların ana hedefleri, Avro-Atlantik oluşumların bünye­lerine girmek olmuştur. Farklı dinî ve etnik yapılarına ve bağlı oldukları farklı örgütlere rağmen, Balkan ülkelerini aynı hedeflere yön­lendiren ortak noktaları nedir? Onları birleş­tiren tutkal, geçmişte yaşanılan ortak tarihin kendisidir. Farklı renkler taşıyan bir coğrafya olan Balkanlara bütünlük sağlayan ve farklı özelliklerini birleştiren, beş asırlık Osmanlı dönemi tarihidir. Bölgedeki Müslüman un­surların Türkiye ile olan derin bağları, kendi ülkelerinde Türk olarak adlandırılmalarına da sebep olmaktadır. Balkanlarda Türklük ve İs­lamlık birbirinin yerine kullanılan iki sözdür. Arnavutluk’ta köklü bir Bektaşilik anlayışının bulunması, Bulgaristan ve Yunanistan Türk topluluğu arasında Alevi anlayışının yaygın­lığı buralardaki Türk-İslam yapılanmasının ilginç biçimlerini de yansıtmaktadır. 250 bin Ortodoks Hristiyan Gagauz Türk’ü dışın­da bölgedeki 5 milyonluk Türk-İslam dairesi içindeki nüfus Türkiye’yi Balkanlarla ilgilen­diren en önemli nedendir.

Balkan ülkeleri ile Türkiye arasında müşterek coğrafya, kültür ve tarih paylaşıl­maktadır. Bu durumda potansiyel güce sa­hip olan Türkiye’ye düşen ilk görev Balkan ülkeleri arasındaki gerginlikleri gidermek ve bölgesel bütünleşmeleri teşvik etmektir. Tür­kiye Balkanlarda yüksek düzeyde ziyaretleri, ticaret anlaşmaları, hükümet dışı örgüt düze­yinde faaliyetleri, enerji bağlantıları ile kültü­rel ve insani çabalar göstererek daha güçlü köprüler inşa etmiştir. Bu çabalar, bölgenin kalkındırılmasına yönelik olumlu etkiler oluş­turmuştur.

1990’larda Türkiye’ye göç etmiş Bal­kan kökenlilerin çoğu bugün Türk vatan­daşıdırlar ve onların Balkanlarda bulunan akrabaları da doğal olarak Türkiye’nin ak­raba topluluğu olarak görülmektedir. Bu zaviyeden bakılınca Boşnaklar ve Arnavut­ların Türkiye’nin Balkanlardaki en önemli iki akraba topluluğu olduğu görülebilir. Bosna-Hersek, Kosova ve Arnavutluk’ta Türk üni­versiteleri ve eğitim kurumları ile Türk dili ve kültürünü öğreten/ tanıtan Yunus Emre Kültür Merkezlerinin açılması çok isabetli gi­rişimlerdir. Ayrıca, Osmanlı tarihî ve kültürel eserlerinin onarılması, Kosova ve Arnavutluk gibi ülkelerde tarih kitaplarındaki Osmanlı ve Türklerle ilgili kısımların revize edilmesi gibi çalışmalar kamu diplomasisi kapsamında ya­pılan çalışmalardan bazılarıdır.

Türkiye’nin Balkanlar ve Doğu Avru­pa’daki soydaş ve akraba topluluklara yönelik yürüttüğü faaliyetler genel olarak bölge ülke­leri tarafından olumlu olarak karşılanmakta­dır. 2012 yılında Balkanlar genelinde yapılan bir algı çalışmasında Müslüman olsun, Hris­tiyan olsun hemen bütün ülke ve topluluklar­daki Türk ve Türkiye algısının % 50’lerden yüksek olduğunu, Türkiye’nin bir bölgesel bir güç olarak Balkanlarda etkili bir devlet oldu­ğu görülmektedir.

Balkanlar, soydaşların yanında Türki­ye’nin akrabalık bağları bulunan topluluk ve ülkelerin bulunduğu bir coğrafyadır. Balkan­lardaki Osmanlı bakiyesi Müslüman toplu­luklar, Türkiye’nin bölge politikasının önemli etki alanlarıdır. Geçmişte göçlerle bölgedeki bu unsurların boşaltılmasına iyi niyetle de olsa müsaade edilmiş olmasının yanlışlığı bugün anlaşılmaktadır. Bu bağlamda değer­lendirildiği zaman bölgedeki Bosna-Hersek ve Arnavutluk’la birlikte Makedonya diğer devletlere göre Türkiye’nin Balkan politika­sında daha ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bunun içindir ki Türkiye başta Bosna-Hersek olmak üzere diğer bölge ülkelerinin siyasi ve eko­nomik bakımdan istikrara kavuşturulmasını önemsemektedir. Türkiye bu paralelde bölge genelinde tarihî ve kültürel bağlarının bulun­duğu bütün azınlık unsurlarla yakın ilişkileri­ni sürdürmekte ve onları güvenlik şemsiyesi altına alacak uluslararası hukuk zeminin oluş­turulmasını sağlamayı amaçlamaktadır.

Türkiye’nin Balkan politikasını gerekli kılan, etkileyen ve yön veren üç temel fak­törden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi, çokça zikredildiği üzere bölge ile olan uzun ortak tarihidir. Yaklaşık 6 asrı geçen bu uzun birliktelik Türkiye toplumu ile bölge toplum­ları arasında dil, din ve kültür gibi pek çok alanda sıkı bir etkileşime neden olmuş ve bir yakınlık oluşturmuştur.

Farklı etnik ve tarihî süreçlere sahip ol­duğu için Avrupa’da yalnızlaştırılan Macarlar ve yine Macaristan’da son dönemde kendi­ni Atilla’nın torunları olarak gören Kuman Türkleri Türkiye’nin Avrupa içinde ittifak kuracağı birimlerdir. Son dönemlerde ülke­de yapılan Turan Kurultayı’na Türkiye’den de katılımın artması gözleri Türk-Macar iliş­kilerine çevirmiştir. Tarihî hatıralarla birlikte reel-politikten de hareketle, Türkiye’nin ön­cülüğündeki Türk dünyası bütünleşmesine Macaristan mutlaka dâhil edilmelidir. Maca­ristan’da kamuoyu bu birleşmeye sıcak bakar hâle gelmiştir.

Hem Avrupa’yı hem de Asyalı Macar ve Türkleri rahatlatacak en iyi çözüm, Atlan­tikçi jeopolitikten ayrılarak, yeni bir yol bul­maktır. Bunun için gerek Macar gerek Türk gerekse diğer bozkır kökenli halkların ente­lektüellerinin vazifeleri, bu yolun sistemini oluşturmak olmalıdır. Zira Turan jeopolitiği­nin kültür haritasının hudutları Doğu Avru­pa’dan başlar.

Avrasyatik yapılanmanın bir ayağını da Sekeller oluşturabilir. Roman­ya’da Transilvanya bölgesinde 1.600.000 nüfusa sahip Sekeller, parlamentoda da 27 milletvekili ile temsil edilmektedir. Sekellerin yaşadığı coğrafyanın Macaristan’la birleşme­si yönünde oluşan bilinç desteklenmelidir. Birkaç yıldan beri Macaristan’da düzenlenen “Turan Kurultayları” Sekelleri de kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Turan kavramını ulus üstü bir yapı olarak biçimlendirmek ve Doğu Avrupa’daki Macar ve Sekellerle Bal­kan Türklüğü ve Türk olarak da adlandırılan Müslüman toplulukları bir araya getiren çatı görevi gördürmek Türkiye için hayati önem taşımaktadır.

            Sonuç

100 sene önce ölen Gaspıralı İsmail’in ifade ettiği ve bugün Türk bütünleşmesinin uranı olan “dilde, fikirde, işte birlik” sözünün hedefleri doğrultusunda ve ulu önder Ata­türk’ün “Türklüğün unutulmuş büyük me­deni vasfının ve büyük medeni kabiliyetinin bundan sonraki inkişafı ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğa­cağına inanıyoruz.” sözlerini paylaşarak tarihî fırsatları değerlendirmeliyiz. Kardeş Türk halkları ve onların yaşadığı devletler dünyanın kalpgâhını oluşturan, yüzyılımızın enerji kay­naklarına ve koridorlarına sahip coğrafyada, Avrasya’da bulunmaktadır. Türk devletleri ve toplulukları arasında kurulacak olan ilişkiler sadece Türklük alanına değil aynı zamanda dünyaya da yön verecek önem ve ağırlıktadır. Dünyada yaşanan olaylar göstermiştir ki bu coğrafyada barış ve huzur olmazsa, dünyada da barış ve huzur olmayacaktır. Dünya barışı­nın temel taşları, Türk dünyasının ahenkli bir­likteliği ve iş birliğine dayandığı ölçüde güçle­necektir. Tarih ve talih, Türklüğün önüne bu tarihî fırsatı 28 sene önce koymuştur. 2023 yı­lında bir millet 7 devlet esasında bütünleşmiş bir Türklük alanının 2071 yılında dünyanın süper gücü olması için stratejik planlamaların bugünden yapılması gerekmektedir.

 

Yazar hakkında

Prof. Dr. Bilgehan Atsız Gökdağ

Prof.Dr. Bilgehan Atsız Gökdağ, 1963 yılında Giresun’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini memleketinde tamamladı. 1985 yılında Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. 1989’da Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalında Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’un danışmanlığında hazırladığı Atebetü’l-Hakayık Grameri başlıklı yüksek lisans tezini savunarak “bilim uzmanı” unvanını aldı.

Yorum yazabilirsiniz