Türk Dünyasına Stratejik Bir Bakış
Prof.Dr. Bilgehan Atsız Gökdağ
Giriş
Dünyanın siyasi haritası 20. yüzyıl sonunda ve 21. yüzyıl başında yeniden şekillenmeye başlamıştır. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte beş Türk Cumhuriyeti bağımsızlığına kavuşmuş ve bugün, her biri birer müstakil cumhuriyet olarak Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nda yerini almıştır. Türk dünyasının coğrafi sınırları batıda Balkanlardan başlayıp, doğuda Büyük Okyanus’a, kuzeyde Kuzey Buz Denizi’nden başlayıp, güneyde Tibet’e kadar uzanan yaklaşık 11.2 milyon km2’lik bir alanı kaplamaktadır. Bu büyük coğrafi alanda yaklaşık 250 milyon Türk nüfusu yaşamaktadır. Türk dünyasının sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan Cumhuriyetleri olmak üzere bağımsız yedi ülke bulunmaktadır. Bu yedi ülkenin 11.2 milyon km2’lik Türk dünyası sınırları içindeki yeri ancak %43’tür. (4.8 milyon km2) Kalan %57’lik (6.4 milyon km2) bölüm ise diğer ülkelerin sınırları içinde kalmaktadır. Bugün, yukarıda isimlerini saydığımız bağımsız Türk cumhuriyetlerinin dışında başta Rusya Federasyonu olmak üzere Ukrayna, Moldovya, Gürcistan, Çin Halk Cumhuriyeti’nde sözde yarı özerk cumhuriyetler bulunmaktadır. Buralarda yaşayan Türkler de yarı özerklikten bağımsızlığa geçme sürecini yaşamaktadırlar. Ağırlıklı olarak İran, Irak, Suriye, Afganistan ve Balkan ülkelerinde yaşayan yaklaşık 50 milyonluk bir Türk nüfus da var olma mücadelesi vermektedir. Ayrıca, Kanada, ABD, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, Libya, Suudi Arabistan, Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Avusturya gibi ülkelerde, Türkiye’den yakın zamanlarda buralara gitmiş insanlara rastlamak mümkündür, Bunların bir kısmı bulunduğu ülkenin vatandaşı olmuştur.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin resmen dağılmasının ardından ortaya çıkan bağımsız 5 Türk cumhuriyetini ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur. Bir anda ay yıldızlı bayrağımızın yanında beş bağımsız Türk devletinin bayraklarının daha gönderlerde yükselmesi, Türklerin Balkanlardan Çin Seddi’ne kadar 11 milyon km2’lik geniş alanda yaşayan, dil ve kültür beraberliğine sahip olan müşterek bir tarihi büyük ölçüde paylaşan “farklı devletlere sahip bir millet” olduklarının inkâr edilmez şekilde anlaşılması demekti. Tarihin ve talihin ender şekilde milletlerin karşısına çıkaracağı ve “insanlık tarihinde yıldızların parladığı anlar” olarak yorumlanabilecek bu muazzam imkânın layıkıyla değerlendirilmesi gerekmektedir. Tarih ve coğrafya çok açık bir şekilde Türklerin önüne iki seçenek koymuştur: Ya güçlerini birleştirerek küresel süreçlerin ağırlığa sahip öznesi olmak ya da kopukluk ve dağınıklığa yenik düşerek uluslararası arenada etkisi sınırlı ülkeler hâlinde kalmak. Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan Cumhuriyetlerinin Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile 7 bağımsız devlet olarak dünya üzerinde yer alması, Türklük âleminde geleceğe dair yeni ufukların, ümitlerin belirmesini sağladı. Türk devletleri arasında ilişkileri geliştirme yolları aranırken üst üste toplantılar da yapılmaktaydı. Soydaş ve dindaşlarımıza ait cumhuriyetlerin tek tek istiklallerini kazanmalarından sonra ikinci safha şüphesiz ki aralarındaki her türlü iş birliğini artırmak, dayanışmayı sağlamak ve “birlik” hedefine doğru ilerlemektir.
20. yüzyılın sonlarına doğru iki kutuplu dünya sisteminin çözülmesi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü dünyada ve özellikle de Avrasya’da güç dağılımı açısından Türkiye ve Türk dünyasının jeopolitik yapısını köklü bir biçimde değiştirmiştir. Türk dünyasındaki jeopolitik dönüşüm, Soğuk Savaş sonrası dünya siyasetinde bölgenin statüsüne ilişkin değişikliklerle ortaya çıkmıştır. Jeokültürel dönüşüm, tarihsel dönüşüm ve kültürel uyanışla bağlantılıyken, jeoekonomik dönüşüm bölgenin değişen demografik ve ekonomik dinamiklerine bağlıdır. Bu dönüşümler Balkanlar, Doğu Avrupa, İdil-Ural, Orta Doğu, Orta Asya ve Kafkaslar üzerinde sert etkilerde bulunmuştur. Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dönüşümü yaşayan bu bölgelerin halkları ile ortak tarihî, kültürel ve dilsel bağları bulunmaktadır. Türkiye, 1923 yılında sıfırdan kurulmuş bir cumhuriyet değildir. Balkanlardan Orta Asya’ya, Kafkasya’ya, Orta Doğu’ya ve Afrika’ya kadar kökleri olan bir cumhuriyettir. Türkiye’nin soydaş ve akraba olarak gördüğü ve kabul ettiği topluluklar yoğun olarak Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya ve Orta Doğu bölgelerinde bulunmaktadır. Bu geniş alanda yaşayan insanların bugünkü Türkiye toplumuyla, tarihten gelen derin ve güçlü bağları bulunmaktadır. Bu bağlar, dünyanın hiçbir yerinde görülmediği kadar iç içe geçmiş dil, din ve kültür temellerinde Türkiye’ye özgü kendi kimliklerini muhafaza eden ve aynı zamanda tek millet ülküsünü yaşatan bir olguyu oluşturmaktadır. Bunun yansıması olarak da Osmanlı İmparatorluğu’nun vârisi olan Türkiye Cumhuriyeti, çok sayıda etnik kökene ve ortak tarih, kültür, din ve dile sahip olduğu topluluk ve devletlere yönelik daha kucaklayıcı ve kapsayıcı politikalar uygulamak zorundadır. Dünya çok hızlı ve karmaşık sosyo-politik, ekonomik ve kültürel süreçlerin içinden geçmektedir. Günümüz dünyasının bu karmaşasında bizim de sürekli bir arayış içinde olmamız, yeni değerler üretmemiz ve halklarımızı birleştiren manevi bağları yenileme ve güçlendirme yollarını araştırmamız gerekmektedir. Türk dünyası temelli ortak bir gelecek oluşturma fikri ve toplumsal talepler, Türkiye’nin ve Türk dünyasının siyasi karar alıcılarını Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazandıktan sonraki bu kritik dönemde içine girdikleri geçiş dönemini kolaylaştıracak politikalar izlemeleri konusunda yönlendirmiştir. Söz konusu bu ülkeler arasında mevcut olan dil, din, etnik, tarihî ve kültürel bağlar bu ülkelerin geleceklerini kardeşlik bağları içerisinde yakınlaştırmanın altyapısını oluşturmaktadır.
Jeopolitik Durum
Bölgesel ve uluslararası düzeylerde meydana gelen dönüşümlerin başında iki kutuplu dünya düzeninin çözülmesi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle bölgede yaşanan güç boşlukları gelmektedir. Gelecekte de hâlâ başa çıkılması gereken ciddi zorluklar olmasına rağmen bağımsızlığın ilk yıllarında, Türk cumhuriyetleri devlet yapılarını inşa etmede kayda değer bir ilerleme kat etmiş ve demokratik yönetişim ve ekonomik kalkınma için gerekli yapıları kurumsallaştırma yönünde adımlar atmıştır.
Başta Türkiye olmak üzere Türklerin yaşadığı coğrafi alan stratejik açıdan çok önemlidir. Türklerin ana yurdu da olan Orta Asya coğrafyasının en ayırt edici fiziki özelliği deniz ve okyanuslardan uzak olmasıdır. Bu özelliğinin iki önemli yansımasından biri denize doğru yönelen büyük imparatorlukların ortaya çıkışıdır. Diğeri ise Rus-İngiliz ve Rus-ABD hâkimiyet alanında “büyük oyun”un sahnesi olarak bölgenin Rusya ve SSCB başta olmak üzere dış güçlerin hegemonyasına girmesidir. Soğuk Savaş sonrası küresel ve bölgesel güçler için Orta Asya’da yeni jeopolitik fırsat alanlarının ortaya çıktığı görülmektedir. Bölge, hâlen süren istikrarsız yapısına karşın, büyük enerji kaynaklarına sahip olması sebebiyle, uluslararası alanda cazibe merkezi olmaya devam etmektedir. “En büyük kara imparatorluklarının bu bölgede kurulup yayıldığı düşünüldüğünde Orta Asya’yı dünya hâkimiyetinin merkezine koyan ‘kara hâkimiyeti’ teorisi, dünyanın en büyük deniz gücü olan Britanya İmparatorluğu’nun bu bölgeye nüfuz etmek için yoğun bir mücadele vermiş olmasından hareket etmiştir. Yine Orta Asya’yı dünya hâkimiyetinin en kilit bölgelerinden biri olarak gören ‘deniz hâkimiyeti’ teorisi ve bilhassa son dönemde daha fazla değer kazanan ve enerji kaynakları bakımından Orta Asya’nın kontrol edilmesini Amerikan menfaatleri bakımından Avrasya’yı çevreleyen kenar kuşak ülkelerinin de kontrol edilmesini zaruri gören Spykman’ın teorisi açısından Avrasya dünyanın en önemli bölgelerinden birisidir.” Spykman’a göre “Kenar Kuşak ülkelerine hakim olan Avrasya’ya hükmeder, Avrasya’ya hükmeden dünyanın kaderini kontrol eder.” Avrasya jeopolitik olarak bir eksendir. Avrasya’ya egemen olan bir güç, dünyanın en ileri ve ekonomik olarak verimli üç bölgesinden ikisini kontrol edebilir. Çünkü dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 75’i Avrasya’da yaşamaktadır ve hem ekonomik girişimler hem de yer altı zenginlikleri bakımından dünyanın fiziksel zenginliklerinin çoğu buradadır. Avrasya, dünyanın GSMH’nın yüzde 60’ına ve bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahiptir. Ayrıca, dünyanın biri hariç resmî olarak bilinen nükleer güçleri ve de gizli nükleer güçlerinin tümü Avrasya’da bulunmaktadır. Avrasya, küresel öncelik mücadelesinin sürdürüleceği bir satranç tahtasıdır. Dolayısıyla bölge ideolojik bir tercih sebebiyle Türkiye’nin ilgisinin dışında kalmış olsa da dünyanın ilgisi dâhilinde kalmaya ve küresel hâkimiyet mücadelesinin oyun sahalarından birisi olmaya devam etmektedir. Türk cumhuriyetleri, önemli ölçüde güvenlik sorunlarının politikaların mahkûmu durumundadır. Nitekim bu cumhuriyetler, Rusya Federasyonu, Çin, Pakistan, Afganistan ve İran ile Kafkas cumhuriyetlerinin çevrelediği bölgede yer almaktadır.
“Yeni Büyük Oyun”da, bölge ve bölge dışı aktörlerin yeni ittifak-iş birliği arayışları ve bu sürece Orta Asya-Kafkasya devletlerinin gönüllü ya da zoraki bir şekilde dâhil edilme girişimleri, ne yazık ki Avrasya coğrafyasındaki istikrarsızlık ve kriz ortamlarını daha da derinleştirme eğilimi göstermektedir. Bu noktada asıl hedefin bölgenin iki büyük gücü olan Rusya ve Çin olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu iki büyük güç içerisinde Rusya’ya yönelik “Balkanlaştırma siyaseti”nin temel amacının ise yine Çin olduğu bilinmektedir. Rusya’yı yeniden yapılandırmaya yönelik bu yeni siyasette ise İran ile birlikte Türkiye-Türk dünyasının artan önemi her geçen gün kendisini göstermektedir. Rusya’nın “Güney’e Doğru” ve Çin’in “Batı’ya Doğru” politikalarının kesiştiği nokta olan Türk dünyası ve Türkiye’nin birlikte atacağı adımlar bu yüzden oldukça önemlidir. Bilindiği üzere, Moskova’nın yıllarca süren Sovyet yönetimi altındaki öncelikli stratejik hedefi Orta Asya bölgesini Türkiye, İran ve Çin gibi diğer İslami, kültürel ve siyasi bölgelerden ayırmak olmuştur. Jeostratejik öneminin yanı sıra, Rusya’yı Orta Asya’ya bağlayan iki önemli neden daha söz konusudur. Bunlardan birincisi bölgedeki sayıları gün geçtikçe azalan etnik Rusları korumak ve diğeri ise önemli kaynaklara ulaşmayı devam ettirmektir. Bu noktada Rusya perspektifinden bölgedeki Türkiye algısı büyük bir önem kazanmaktadır.
Orta Asya Türk cumhuriyetlerini üç grupta ele almak mümkündür. Birincisi, Rusya ile stratejik ittifakı bozmak istemeyen ve büyük olasılıkla orta vadede Rusya’nın etkisi altında kalacak olan devletlerdir ki bu kategoriye Orta Asya Türk devletlerinden sadece Kazakistan dâhil edilmektedir. İkincisi, Türkiye’ye diğer bölge devletlerine göre daha yakın olan ve orta vadede olası dış politika amacını gerçekleştirmek için muhtemelen Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyabilecek olan ülkelerdir. Rus analizcileri bu kategorideki ülkelerin Kırgızistan ve Türkmenistan olduklarını yazmaktadırlar. Üçüncüsü ise hem Rusya’dan hem de Türkiye’den bağımsız olarak dış politika izlemeye çalışan ama ABD ile Rusya’nın bölgedeki çıkarlarını zedelemeden ustaca dış politika izlemeye çalışacak olan ülkelerdir. Rusya’daki dış politika köşe yazarları ise bu kategoriye sadece Özbekistan’ı eklemektedirler.
Orta Asya bölgesi, hiç kuşkusuz, Çin jeopolitiği açısından da son derece büyük bir önem arz etmektedir. Zira birbirine kültürel yakınlık duyan iki bölgeden biri, yani Doğu Türkistan (Sincan) Çin sınırları içerisindedir ve tıpkı Tibet gibi Doğu Türkistan da siyasi bağımsızlık talebinde bulunmaktadır. Orta Asya ile Çin arasındaki ilişkilerin hassas bir noktasını oluşturan bu meselenin haricinde, Çin açısından Orta Asya bölgesi, tıpkı eskiden olduğu gibi bugün de “Batı”ya açılmanın kısa ve ekonomik yolu olarak kabul edilmektedir. Özellikle zengin yer altı kaynaklarına sahip olan bu bölge, “stratejik değeri yüksek bir siyasi bölge” olarak da algılanmaktadır. Tarihte Çin’in batıya giden “stratejik” yolu olan “İpek Yolu” üzerinde önemli bir ara bölgeyi teşkil eden Orta Asya, bugün de bizzat Çin açısından bir cazibe merkezi hâlindedir.
ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinden sonra Washington için Orta Asya’nın öncelikli bir önemi kalmayacaktır. Nitekim ABD ile Rusya arasındaki görüşmeler Afganistan dâhil olmak üzere Orta Asya’nın Soğuk Savaş’tan yirmi yıl sonra Rusya’ya yeniden ikram edileceğini gösteriyor. Washington, Tahran ile yapılan görüşmeler ile Afganistan’da İran’ın kontrolünde kalacak alanlar konusunda bile anlaşmış durumda. Böylece Orta Asya’nın güvenliğini Rusya’nın Kollektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) üzerinden sağlaması istenecek gibi görünüyor. Bunun karşılığında da Moskova, Suriye konusunda Washington’un çizgisine yakınlaşacaktır.
Rusya zaten son yıllarda Orta Asya’da adım adım güçlenmeye devam ediyor. Bölgede Özbekistan ve Türkmenistan bütünleşme ve iş birliği anlayışına uzak bir tutum sergilerken; Kazakistan, uluslararası sistemin parçası olma yolunda ilerlemektedir. Orta Asya’nın doğal kaynak fakiri iki ülkesi Kırgızistan ve Tacikistan ise yardıma muhtaç durumdadır. Türk dünyası büyük bir jeokültürel dönüşümü yaşarken dünyanın bu kesimindeki jeopolitik hafızayla birlikte tarihsel ve kültürel arka plana dikkat etmek de gerekir. Zira bir zamanlar Türk-İslam medeniyetine merkezlik eden Semerkant ve Buhara gibi şehirler Türk kültür havzasının da kalpgâhını oluşturmaktadır. Burada mayalanıp ortaya çıkan Türk devletlerinden Selçuklularla; İran ve Afganistan, Gazneliler ve Babür aracılığıyla; Hindistan, Cengiz ve Kubilay aracılığıyla; Çin, Timur ve Altınordu aracılığıyla da uçsuz bucaksız Rus Bozkırları Türk kültür havzasının etkisinde kalmıştır. Son iki yüz yıla kadar etkin olan bölge, etrafını dönüştürücü özelliğe de sahiptir. Geçmişte Herat, Buhara ve Semerkant gibi şehirlerin işlevini günümüzde Astana, Aşkabat, Bakü gibi şehirlerin üstlenmeye çalıştığı görülmektedir. Türk halklarının farklı üyeleri tarafından kurulmuş olan Osmanlılar, Safeviler ve Babürler geride muazzam bir devlet mirası bırakmışlardır. Bu mirası devralan Türk devletleri bugünün küresel meseleleri hakkında söyleyecek sözleri olduğunu vurgulamalıdır. Orta Asya’nın küresel jeopolitiğin merkezinde olduğu gerçeğinden hareketle, jeopolitik bir birim olarak Orta Asya ülkelerinin küresel siyaseti şekillendiren süreçlere daha fazla dâhil olması gerekmektedir.
Türk dünyasındaki bir diğer büyük dönüşüm jeoekonomik alandadır. Bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetlerinin tarihî İpek Yolu üzerinde bulunması ve Orta Asya’yı demir yolları, ulaşım hatları, enerji koridorları, petrol ve gaz boru hatları ve iletişim ağları aracılığıyla okyanuslara, Akdeniz ve Avrupa’ya bağlayan stratejik üstünlüğü dikkatleri üzerine çeker. Çin, Hindistan, Rusya ve İran gibi nüfus bakımından çok yüksek yoğunluğa sahip ülkeler arasında yüzölçümü olarak büyük ancak çok küçük nüfusa sahip ülke görünümleri (Kazakistan gibi) Türk cumhuriyetlerinin en zayıf taraflarından birini oluşturmaktadır. Güçlü ve etkili devletler olmak için nüfus artırıcı politikaların bir an önce hayata geçirilmesi Türk cumhuriyetleri için elzemdir.
Yorum yazabilirsiniz