Oğuz Kağan’ın Mührü ve Derin Anlamı

Oğuz Kağan’ın Mührü ve Derin Anlamı Türklerin efsanevi atası sayılan Oğuz Kağan biri mitolojik, ikisi tarihi olmak üzere en az üç kişiliği birleştirmiş bir destan kahramanıdır. Oğuz Kağan destanında anlatılan Oğuz Han, öte yandan Büyük Hun Türk İmparatorluğunun da kurucusudur.

Türk devlet geleneğinin yapı taşlarını dizen, Türk Hakanının koyduğu kanunlar, Oğuz (Türk) Töresi olarak ün yapmış ve 16 Büyük Türk İmparatorluğunun güç kaynağı olmuştur. 24 Oğuz Boyunun atası olan Oğuz Han, Türk Töresini; adalet, disiplin, ahlak ve millete hizmet düşüncesiyle oluşturmuştur. Türk Milletinin Oğuz Kağanı yüceltmesinde en büyük etken belki de eşsiz bir devlet adamı ve bilge bir şahsiyet olmasından kaynaklanır. Ona yüklenen bu bilgelik ileri zamanlarda onun Veli veya Nebi olacağı konusunda söylemlere yol açmıştır. Daima Tanrı’ya hizmet etmesi de önemli bir ölçüttür. Sürerliği olan bir ibadet anlayışından sonra ise en önem verdiği değer millete hizmettir. Devletin zayıf olduğu bir zamanda, düşmanları ondan en sevdiği atını istediklerinde atı onlara verir. Sonra eşini isterler onu da verir. Daha sonra çorak bir toprak parçası istediklerinde Oğuz Kağan “Atım ve eşim kendi malımdı verdim, fakat toprak çorak olsa da milletimindir veremem.” der ve birliklerini toplayarak kendinden emin olan düşmana ani baskın yaparak onları mağlup eder. Burada öne çıkan düşünce önce devlet ve millet menfaatidir ve bu topraklar ayrılamaz parçalardır. Hakkında birçok araştırma yapılan Oğuz Kağan, döneminin ilerisinde bir kişilik olarak tarihe geçmiştir. Buna bağlı olarak Türkmenistan’ın Marguş yerleşim bölgesinde bir takım kazılar yapılmış M.Ö.2000’li yıllara ait bir (bu dört bin yıllık sürece tekabül ediyor) mühür olduğu anlaşılan cisim bulunmuştur. Arkeologlar bu mührü ”Gonur-depe” adlı kral mezarından çıkarmışlardır. Kalıntılar arasında “leopar, yılan, akrep, keçi, gelincikler, laleler, kuşların kafaları ve kanatlı aslanlar gibi motiflerle süslenmiş önemli objeler de bulunmuştur.  Uzmanlar söz konusu çalışma ile birlikte ortaya çıkarılan sanat eserlerinin, Türklerin atalarının dünya görüşü, ibadet ve hayat tarzlarının ortaya konulması bakımından oldukça önemli olduğunu belirtiyorlar. Bu yazıda üzerinde durulacak konu daha çok mührün sembol olarak neyi ifade ettiği yönünde şekilsel bir yaklaşım olacaktır.

Mühürde dikkati ilk çeken şey bir daireden oluşmasıdır. Başka bir şekilden ziyade dairenin tercih edilmesi tesadüf olmasa gerek, daire mükemmelliğin ve Tanrısallığın simgesidir. Başlangıç ve bitiş noktası Tanrıya yapılmış bir atıf olabilmekle beraber kendisindeki kutsallığa da göndermedir. Daire aynı şekilde sonsuzluktur ve belki de hala Oğuz Kağan ve onun maneviyatından bahsetmemiz onun kalıcılığına, sonsuz oluşuna işarettir. Bu düşünceye destek olarak gördüğüm Platon’un sembolizmi vardır. Platon’a göre gördüğümüz her daire kusursuz daire fikrinin ve formunun birer yansımasıdır. Her şey başlangıcına döner, mükemmeliyet olgusuna yerleşir, aynı Tasavvuf anlayışı gibi. Grekçe’de kurt ve şahin anlamına gelen kirkos sözcüğü çember anlamına gelirdi ve bu sözcük Latince’de periyodik devre anlamına gelen circus kelimesine dönüşmüştür. Sonu olmayan hareketin, devinirliğin sembolü olması nedeniyle kuyruğunu ısıran yılan ve Budizm’deki yaşam çarkı ile de ilişkilendirilir. Daha çok Doğu Tradisyonlarında reenkarnasyonu ve biten ve yeniden başlayan döngülü devreleri simgeleyen sembollerden biridir. Orhon ve Yenisey yazıtlarında ve Uygur Türklerinde içi boş ve noktalı daire sembollerinin kullanıldığı görülmüştür. James Churchward’a göre ise daire sembolünün kökeni yitik Mu Uygarlığı’dır. Söz konusu araştırmacıya göre daire ve noktalı daire Mu hiyeratik alfabesinin ilk harfidir ve alfabemizdeki A’ya tekabül eder. Pisagor’un Croton’daki insiyasyonunda da noktalı daire kullanılırdı. Taoizmde noktalı daire yüce gücü, Taoyu temsil eder, ki o aynı zamanda da Değerli İnci’dir. Ortasında nokta olan daire tamamlanmış bir dairenin tasviridir ve devri mükemmelliğin, varoluşa ait tüm olasılıkların çözümlenmesinin sembolüdür. Simyada ve astrolojide ortasında nokta olan daire güneşi, altını sembolize eder. Belki de Oğuz Kağan’ın eşlerinden birisinin ışıktan geliyor olması da bu olasılığa bağlıdır. Oğuz Han Destanı Oğuzların atası Oğuz Han ve oğullarının destanını anlatan başlıca iki kaynak vardır. Bunlardan birincisi Paris Milli Kütüphanesi’nde bulunan Uygur yazısıyla yazılmış, eksik tek yazma nüshadır. Bu nüsha Rıza Nur tarafından keşfedilmiş, ilmi olarak W. Bang ve R. R. Arat tarafından önce Almanca olarak basılmış (1932), daha sonra bu eser Türkçe olarak Oğuz Kağan Destanı (İstanbul 1936) adı ile yayınlanmıştır. Muharrem Ergin aynı eseri Milli Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı 1000 Temel Eser serisinde yeni bir şekilde neşretmiştir. Biz burada, incelememizde onu esas alacağız. İkinci önemli kaynak İlhanlı sarayında yaşamış olan doktor Reşideddin’in tarihine aktardığı Oğuz Han ve oğullarına ait rivayetlerdir. Bu kitabın 1317 yılında, yazarın hayatta iken vücuda getirilmiş minyatürlü bir nüshası İstanbul Topkapı Müzesi’ndedir. Prof. Dr. Faruk Sümer, Reşideddin’in bu rivayetleri doğrudan doğruya sözlü kaynaklardan aldığını söylediği halde1 Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Reşideddin’in yazılı kaynaklardan faydalandığını söyler.2 Reşideddin Uygurca Oğuz Kağan Destanı’ndan istifade etmemiştir. Zira ikisi arasında büyük farklar vardır. XV. yüzyılda yaşayan Yazıcıoğlu ile XVII. yüzyılda yaşayan Ebülgazi Bahadır Han, Reşideddin rivayetlerini batı ve doğu Türkçesine aktarmışlardır. Reşideddin’in Farsça metnini en son Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan Türkçeye çevirmiş ve tarihi bakımından incelemiştir. Biz burada onun yaptığı tercümeye dayanacağız. Yukarıda adı geçen eserler Oğuz Kağan Destanı’nın teşekkülünden çok sonra yazılmışlardır. Bazı vesikalar onlardan önce ve onların dışında kaybolmuş veya henüz ele geçirilememiş yazılı metinler olduğunu kesinlikle gösteriyor. Belli ki Oğuz Kağan Destanı uzun yıllar sözlü olarak yaşamış, çeşitli bölgelerde bazı kısımları değişik olarak yazıya geçirilmiştir. Destanın ilk teşekkül ettiği çağ hakkında başlıca iki nazariye vardır: Bunlardan birincisine göre, Oğuz Kağan Destanı, M.Ö. 126-201 yıllar arasında büyük bir göçebe devleti kuran HiongNularla ilgilidir.3 Oğuz Kağan bu devleti kuran Mete’dir. Ord. Prof. Zeki Velidi Togan’a göre, Oğuz Kağan Destanı’nın menşei daha eski çağlara kadar gider: “Oğuz’un seferleri arasında en dikkati çekeni ve tafsilatlı olarak zikredileni onun Ön Asya’daki fütuhatıdır. Bu fütuhat, Saka İskitlerin batıda Askelan’dan, doğuda Çin hududuna kadar uzanan, kuzeyde bu Sakaların enkazı demek olan Abi Yakutlardan (Saka-Sakait), güneyde Kuzey Hindistan’daki İndo-İskitlerin Taksila’ya kadar uzanan büyük memlekete sahip oldukları, yani İran’da Ahamenid ve Yunanistan’da Helen devletlerinin yaşadıkları zamanlarda yaptıkları geniş fütuhatı aksettirmiş olacaktır.” “Bu devirde Oğuzlar ve diğer Türk kabileleri batıda Rum ülkesinden doğuda Çin ve Çüçit’e (Mançurya) kadar uzanan cihanşümul bir devletin başında gösterilmişlerdir. Bunun coğrafyası Moğolistan’da, Kafkasya, Baalbek, Kiluye, Demavend ve Hindukuş dağlarına yayılmış kışlak ve yaylak yerleri tasrih edilmek üzere tespit edilmiştir.”4 Zeki Velidi, tarihte M.Ö. VII. yüzyılda merkezi Orta Asya’da bulunan Sakalar ile birkaç asır sonraki İndo-İskitlerin bu kadar geniş bir sahaya yayılmış olduklarını söylüyor. Tabi Oğuz Kağan Destanı’na daha sonraki tarihi hâdiseler ve rivayetler de karışmıştır. Oğuz Kağan Destanı’nın tarihin belli bir anında doğduğu muhakkaktır. Fakat onu izah eden tarihi bir hâdise değil, tarihi hâdise ile beraber destanı da açıklayan, Türklerin eski çağlarda yaşamış oldukları hayattır.

Türkler yerleşik köy ve şehir medeniyeti safhasına geçmeden önce yüzyıllar boyunca “atlıgöçebe medeniyeti” denilen bir medeniyet tarzı içinde yaşamışlardır. Bu medeniyete böyle denilmesinin sebebi, “at”ın bu medeniyet tarzında çok önemli bir rol oynamasıdır. Bazı bilginlere göre atı ilkin Türkler ehlileştirmişlerdir. Diğer kavimler atı kullanmasını ve beslemesini Türklerden öğrenmişlerdir. At ehil hayvanlar arasında en hızlı gidenidir. Türkler at sayesinde akıncılık yapmışlar, ekincilikle uğraşan kavimler üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. At sürüleri eski Türklerin başlıca servetlerini teşkil ediyordu. At onlar için sadece bir binit değil, aynı zamanda yiyecek, içecek ve giyecek kaynağı idi. Türkleri göçebe yapan da at sürüleridir. Zira Türkler at sürülerini beslemek için yaylak ve kışlak olmak üzere iki türlü hayat yaşamışlardır. Atın Türklerin hayatında oynadığı rolü, eski Türklerden kalma mezarlarda da görüyoruz. Eski Türk mezarlarında insan iskeletlerinin yanıbaşında, bir bölme ile ayrılmış olarak, at iskeletleri de bulunmuştur.

Türk ile at arasındaki münasebeti, Divan-ü Lügati’t Türk’de bulunan şu atasözü çok güzel ifade eder: Kuş kanadı ile Türk atı ile. Eski Türkler sadece at sürüleri ile beslenmiyorlar, geçimlerini temin için sık sık akıncılığa da başvuruyorlardı. Almış oldukları ganimetler, onların akıncılığı âdeta bir meslek haline getirmelerine sebep olmuştu. Akınlarda kullanılan başlıca silah ok ve yaydı.Türkler çok iyi ok ve yay kullanıyorlardı. Günlük hayatlarında kuş ve vahşi hayvan avlamak suretiyle de bu kabiliyetlerini geliştiriyorlardı. Hâsılı atçılık, avcılık ve akıncılık eski Türklerin hayatının temelini teşkil ediyordu. Bu yaşayış tarzı kendisine göre bir insan tipini gerektiriyordu. Bu insanın kuvvetli ve cesur bir avcı ve akıncı olması lâzımdı. Oğuz Kağan bu tipin en yüksek örneğini temsil eder. Onun hayatına hâkim olan ve şahsiyetine şekil veren unsurlar, içinde yaşadığı toplumun temel unsurlarıdır. Oğuz Kağan Destanı tarihi bir hâdiseden çok, atlıgöçebe medeniyetinin hayat karşısında aldığı tavrı, hayat felsefesini ve ideal insan tipini temsil eden bir eserdir. Biz onu bu zaviyeden ele alacağız. Eksik olmasına rağmen, Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz’un hayatının başlıca merhaleleri, doğumu, gençliği, savaşları ve ölümüne yakın anları arka arkaya anlatılmıştır. Bu hayatın muhtelif anları arasında sıkı bir münasebet vardır. Onların hepsini birbirine bağlayan temel kavram, yiğitlik, kahramanlık ve cihangirlik fikridir. Bunların da temelinde “kuvvet” ve “hareket” fikri vardır. Zaman, kuvvetin hareket haline gelmesidir. Oğuz’un zaman temposu son derece süratlidir. O âdeta çocukluk diye bir şey tanımaz. Doğduktan sonra anasının sütünü bir kere emer, bir daha emmez. Çiğ et, çorba ve şarap ister. Dile gelir, kırk gün sonra büyür, yürür ve oynar, at sürüleri güder, ata biner, av avlar. Bu süratin, normal çocukluk zamanını birdenbire aşmanın sebebi, Oğuz’daki “yiğit olma ideali”dir. Dede Korkut Kitabı’nda söylendiğine göre, eski Türk toplumunda çocuk, kuvvetli ve cesur olduğunu ispat ettikten sonra ad alıyor, sosyal bir şahsiyet haline geliyordu. Oğuz, at sürülerini ve insanları yiyen gergedanı öldürmek suretiyle kuvvetli ve cesur olduğunu ortaya koyar. Çocukluk safhasının çok süratli aşılmasına karşılık, Oğuz’un gergedanı öldürmesi anlatılırken, zaman âdeta yavaşlar. Oğuz’un cesur ve iyi bir avcı olduğunu gösteren bu hikâye bütün teferruatı ile anlatılır. Bundan sonra destanda Oğuz’un iki kızla karşılaşması anlatılmıştır. Dede Korkut kahramanları da azgın veya vahşi bir hayvanı öldürdükten sonra bir kız elde ederler. Öyle anlaşılıyor ki, evlenme ile kuvvetli olma arasında da bir bağlantı vardır. Destanda Oğuz’un kızlarla karşılaşmasına önem verilmekle beraber, bir düğün merasiminden bahsedilemez. Oğuz karşılaştığı kızlarla yatar, her birinden üç çocuğu olur. Atlıgöçebe toplumunda aşk, daha sonra İslâmi devrede olduğu gibi, hayat boyu süren, duygu, hulyâ ve rüya dolu bir sergüzeşt değildir. Burada insan hayatının esasını “aşk” değil, “savaş” teşkil eder. Oğuz kuvvetli olduğunu ispat ettikten sonra han ilân edilir. Han ilân edilince de kavmini derhal savaşa çağırır ve durmadan savaşır. Destanda Oğuz’un yaptığı savaşlar arka arkaya sıralanmıştır. Hiç bir engel Oğuz’u durdurmaz. Oğuz’un yaptığı savaşlar da destanda büyük bir süratle anlatılır. Oğuz durmaktan hoşlanmaz. Bir savaş esnasında duvarı altından, pencereleri gümüşten, kapalı bir binaya rastlayan Oğuz, bu binanın içinde ne olduğunu merak etmez. Askerlerinden birini, Tömürdü Kagul’u bu işe memur eder: “Sen burada kal ve çatıyı aç. Açtıktan sonra orduya gel” der. Bunun üzerine ona, hareketi ile ilgili bir ad da verir: Kalaç! Yaptığı sürekli savaşlar sonunda, her insan gibi Oğuz da yaşlanır. Bu hakikati gören Oğuz, kazandığı toprakları, bir merasimle oğulları arasında bölüştürür ve onların savaşa devam etmesini vasiyet eder. Hayatının hiç bir anında geçmişe dönmeyen, bilakis ondan uzaklaşan Oğuz’da, oğullarının gerçekleştireceği bir ideal, bir gelecek fikri vardır: O da cihanın ele geçirilmesidir. Oğuz Kağan Destanı’nda zaman bir at veya bir ok süratiyle geçer. Hiç bir an ebedi değildir. Burada “sürat” ve “hareket” hayatın esasıdır. Oğuz Kağan Destanı’nda, süratli hareketin yarattığı ve kuvvetin hâkim olduğu geniş bir mekân tasavvuru vardır. Oğuz’un ideali, bütün dünyayı, hattâ kâinatı ele geçirmektir; savaşlarının gayesi budur. Oğuz’un kağan olduktan sonra söylediği türkü, idealini çok güzel aksettirir. Bu türkü şöyledir: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan Bozkurt olsun (bize) uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş bayrak, gök kurıkan (s. 5) Son iki mısra Oğuz Kağan’ın ruhuna hâkim olan cihangirlik idealinin en veciz ifadesidir. Oğuz Kağan cihana hâkim olma idealini dört yana yolladığı tebliğlerde açıkça belirtir: “Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olsam gerektir” (s. 5) der.

Destanda Oğuz’un savaştığı kavimler ve aldığı yerler şunlardır: Sağ yanda Altun Kağan, sol yanda Urum Kağan, Urum Kağan’ın kardeşi Uruz, Çürçet Kağan, Hint, Tangut, Suriye, Masar Kağan… Oğuz aldığı bu yerlerden hiç birinde durmaz. Onun için önemli olan, sahip olmak değil, ele geçirmek, daha doğrusu “yenmek” ve “zafer kazanmak”tır. Destanda bu yerlerden hiç birisi tasvir edilmemiştir. Tasvir için durmak lâzımdır. Oğuz durmaz, geçer gider. Oğuz Kağan Destanı’nda mekân “durulan”, “oturulan” değil, “aşılan” bir yerdir. Uluğ Kağan’ın rüyasında bu “aşma” fikri, doğudan batıya uzanan altın yay ve kuzeye giden üç gümüş ok sembolleriyle ifade edilmiştir. Uluğ Kağan bu rüyayı Oğuz Kağan’a anlatırken şöyle der: “Ey kağanım! Senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna bağışlasın!” (s. 13). Oğuz Kağan Destanı’nda görülen zaman ve mekân tasavvurları ile Oğuz’un şahsiyeti ve içinde yaşadığı toplum arasında sıkı bir münasebet vardır. Oğuz bir yerde ve bir anda durmayan zamanı ve mekânı süratle aşan “insan”dır. O, ekinci medeniyetlerde görülen “durgun”, “içe dönük” insan tipinin tam zıddıdır. Oğuz tamamıyla “dışa dönük” bir tiptir. Bütün varlığından taşan kuvvet, onu dışa iter. Dışı, kâinatı ele geçirmek onun en büyük idealidir. Destanda Oğuz’un vücudu hayvanlar âleminden alınma benzetmelerle tasvir edilmiştir: “Ayakları öküz ayağı gibi; beli kurt beli gibi; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı göğsü gibi idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi” (s. 1). Burada vücuda, dışa, kuvvete önem verilmiştir. Oğuz’un daha sonra Türklerin benimsedikleri Budist, Maniheist veya İslâm dinlerinin yücelttikleri, maddi varlığını ve dış âlemi inkâr eden, sadece ruh olmak isteyen mistik tiple en küçük ilgisi yoktur. Oğuz onların tam zıddıdır. Hayvan sürüleri güden, avcılık yapan Oğuz’da çok meşgul olduğu hayvanlara yakın bir taraf vardır. Savaşlarında ona “gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yol gösterir” (s. 6). Eski Türkler cedlerinin kurttan türediğine inanıyorlardır. Oğuz’a yol gösteren belki de cedlerinin ruhudur. Oğuz, çocuklarına ülkesini teslim ederken, sembolik mânâlar taşıyan gümüş oklar verir ve onlara “ok gibi olun” der (s. 14). Burada başka medeniyetlerde de kendisini gösteren “kullandığı vasıta ve âletle aynileşme” adı verilen bir hâdise ile karşılaşıyoruz. Bunun sosyolojik mânâsı, insanoğlunun hayatına, düşüncesine, hattâ rüyasına bile içinde yaşadığı hayatın, kullandığı âlet ve vasıtaların şekil vermesidir. Oğuz’un şahsiyetine, kendi ehlileştirdiği at, yaptığı ve kullandığı ok şekil vermiştir. Oğuz yalnız değildir. Çevresinde sımsıkı bağlı olduğu bir toplum vardır. Oğuz onlarla beraber, onlar uğruna, onlar için yaşar. Oğuzlarda sık sık görülen ziyafetin, İslâmi devirde ibadet gibi sosyal bir mânâsı ve fonksiyonu vardır. Oğuz, vahşi gergedanı öldürdükten ve rastladığı iki kızla yattıktan sonra kavmini büyük bir ziyafete çağırır. Onlara türlü yemekler, şaraplar, tatlılar, kımızlar ikram eder. Oğuz bu ziyafet esnasında kağan seçilir. Oğuz’un yanında kendisine akıl veren ak saçlı, tecrübeli Uluğ Türk vardır.

Oğuz’un ordusunda seferler esnasında karşılaşılan güçlükleri yenen teknisyenler de mevcuttur. Bir sefer esnasında Oğuz, İtil nehri ile karşılaşır. “İtil büyük bir ırmaktır” (s. 8). Oğuz onu görünce “İtil’in suyunu nasıl geçeriz?” diye sorar. Uluğ Ordu adlı bir er, ağaçlardan kestiği dal ve yapraklarla bir sal yapar. Su bu salla geçirilir. Oğuz bu becerikli ere “Kıpçak Bey” adını verir (s. 9). Çürçek Kağan’la yapılan savaşta o kadar fazla ganimet ele geçirilir ki, onları taşımak için at, katır ve öküz az gelir. Bunun üzerine Oğuz’un askerleri arasında bulunan tecrübeli ve akıllı bir er, Barmaklığ Çosun Billig bir araba yapar. Cansız ganimetleri koşarlar. Böylece ele geçirilen canlı ve cansız ganimet taşınmış olur. Oğuz bu arabayı icat eden ere de iltifat eder, bey yapar ve Kangaluğ (Kağnılı) adını verir (s. 11). Bu anekdotlar bazı kavim isimlerini izah etmek için uydurulsa bile, hikâyenin mantığına uygundur. Savaş bir tekniği ve teknisyenleri zaruri kılar. Başarı kazanmak isteyen kumandanlar böylelerini daima takdir ederler. Kaldı ki, şahıs adlarına büyük önem verilen eski Türk toplumunda şahıs ve zümre adlarının yapılan iş ve değerlere göre konulması pekâlâ mümkündür. Oğuz’un ölümüne yakın kazandığı toprakları bölüştürürken yapılan merasim de sosyal çevresi hakkında bir fikir verir.

Burada Oğuz’a bağlı olan aşiretler, Bozoklar ve Üçoklar yer alırlar. Eski Türklerde din, tabiat ve hayvanlar âlemi ile yakından ilgili idi. Oğuz’un annesi Ay Kağan adını taşır. Oğuz’un evlendiği ilk kız da kozmik âlemle ilgilidir. Oğuz bir yerde Tanrı’ya yalvarırken karanlık basar. Gökten bir gök ışık iner. Bu ışık güneşten ve aydan daha parlaktır. Oğuz oraya yürüyünce o ışığın içinde çok güzel bir kız görür. Bu kızın başında ateşli ve kırmızı, kutup yıldızı gibi bir ışık vardır. Oğuz bu kızdan doğan çocuklarına Gün, Ay ve Yıldız adlarını koyar. İkinci kız bir göl ortasında, bir ağaç içinde gözükür. Bu kızın gözü gökten daha gök idi; saçı ırmak gibi dalgalı idi (s. 4). Bu kızdan doğan oğlanlara Gök, Dağ ve Deniz adları verilir. Oğuz’a yol gösteren kurt “gök tüylü ve gök yeleli” dir (s. 67). Sabah Oğuz’un çadırına güneş ışığı içinde girer (s. 6). Oğuz’un ölümüne yakın yaptığı merasimin dini bir mana taşıdığı muhakkak ise de burada bahis konusu olan şeylerin neyi temsil ettiklerini anlamak güçtür. Bu merasimde Oğuz’un ordugâhının sağ yanına kırk kulaç uzunluğunda bir direk dikilir, üstüne bir altın tavuk konulur, altına bir ak koyun bağlanır. Sol yanına da kırk kulaç uzunluğunda bir direk dikilerek, üstüne bir gümüş ok, altına bir kara koyun bağlanır. Sağ yana Boz Oklar, sol yana Üç Oklar oturur. Bu merasim esnasında söylediği kısa nutukta Oğuz, hayatında yapığı savaşları “Gök Tanrı’ya ödenmiş bir borç” olarak gösterir (s. 14). Daha başka kaynaklardan da biliyoruz ki, Türk hükümdarları ve beyleri, kendilerinin gökte, Tanrı katında doğduklarına inanıyorlardı. Şamanlar, ölenlerin ruhlarını tekrar gökyüzüne ulaştırıyorlardı. Oğuz Kağan’ın savaş türküsünde söylediği Güneş bayrak, gökkurıkan (çadır) mısrası belki de bugün anlaşılan mecazi manadan farklı, dini bir mana taşıyordu. Kırk kulaç uzunluğunda göklere yükselen direklerin üzerine konulan ve sembolik bir mana taşıdıkları muhakkak olan altın ve gümüş tavuklar, eski Türklerde dine bağlı bir sanat olduğunu gösteriyor. Orta Asya’da eski Türk mezarlarında altın ve gümüşten çeşitli hayvan şekillerini ihtiva eden pek çok eser bulunmuştur.5 Yakın zamanlara kadar Orta Asya Türk kavimlerinde devam eden Şamanlıkta da hayvanların önemli bir yer tuttuğuna işaret edelim.6 Oğuz Kağan Destanı’nın üslûbu, burada tasvir edilen yaşayış tarzına ve hayat görünüşüne uygundur. Cümleler, son derece kısadır ve umumiyetle hareket ifade eder. İsimler umumiyetle çıplaktır. Sıfatlar çok azdır. Destanda sadece Oğuz ile kızların çehreleri ve vücut yapıları tasvir edilmiştir. Bu tasvirlerde benzetme unsurları Oğuz’un içinde yaşadığı kozmik alemle hayvanlar aleminden alınmıştır. Bu tasvirler, süsleyici değil, değerlendirici bir mana taşırlar. Destana, lüzumsuz bütün teferruatı silen, basitleştiren, öze önem veren bir anlayış tarzı hakimdir. Eski Türklere ait plastik sanat eserlerinde de aynı özellikleri görürüz. Bu üslûp, zaman ve mekanı süratle aşan, hiç bir şey üzerinde durmayan akıncı yaşayış tarzının ifadesidir. Reşideddin, Oğuz Han ve oğullarına ait rivayetleri Camiü’ttevârih adlı kitabında bu başlık altında bir bölümde toplar. Bölümün içinde bulunduğu kitap ve bölüme verilen ad, Reşdideddin’in bu rivayetlere “tarih” gözüyle baktığını gösteriyor. Reşideddin’in yazılı ve sözlü kaynaklardan aldığı bu rivayetler ne derece tarihi hakikatlere uygundur? Bunun tayini bize düşmez. Prof. Dr. Faruk Sümer ile Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, daha önce adları geçen makale ve kitaplarında bu noktayı araştırmışlardır. Biz bu rivayetleri, Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda olduğu gibi, edebiyat bakımından inceleyeceğiz. Onlarda kendisini gösteren “hayata bakış tarzı”nı, bu bakış tarzı ile tasvir edilen “yaşayış tarzı” arasındaki münasebeti ortaya koymaya çalışacağız. Tarihi Oğuzan ve Türkân sadece Oğuz Han’ın hayatını değil, Oğuz’un Nuh peygambere kadar uzanan ecdadı ile Tuğrul Bey zamanına kadar gelen uzun bir devreyi içine alır. Burada en geniş yer bin yıl yaşadığı söylenilen Oğuz’a ayrılmıştır. Tarihi Oğuzan ve Türkân’a göre Oğuz’un ilk ceddi Nuh’un oğlu Yafes’tir. Nuh, yeryüzünü oğulları arasında bölüştürdüğü zaman, Türkistan’ı büyük oğlu Yafes’e vermiştir. Yafes’in Türkçe adı Olcay Han’dır. Olcay Han göçebedir. Yaylak ve kışlağı Türkistan’dadır. Olcay’ın oğlu Ohib Yavku Han’dır. Onun dört oğlu vardır. Oğuz, bunlardan Kara Han’ın oğludur. Tarihi Oğuzan ve Türkân da buraya kadar şahısların sadece adları zikredilmiş, yaşayış tarzları (göçebe) ve yaşadıkları yer, kışlak ve yaylakları belirtilmiştir. Bundan sonra gelen kısımda Oğuz’un doğuşu, babası ile olan çatışması, evlenmesi ve savaşları sırasıyla anlatılmıştır. Efsanevi bir mahiyet taşıyan savaşlara mümkün olduğu kadar tarihi bir karakter verilmeye çalışılmıştır. Oğuz öldükten sonra onun yerine geçen Kün Han zamanında, Irkıl Hoca, Oğuz’un sayısı gittikçe artan torunlarının hayatına bir çeki düzen vermiştir. Bu münasebetle Reşideddin, Oğuzların 24 boyunu, bunların boy adı, damga, ongun, ülüşü ve otlak ve kışlaklarını bildirir. Bu kısım sosyal bakımdan çok dikkate şayandır. Kün Han’dan sonra gelen Oğuz yavguları kısaca zikredilir. Bunlardan Ala Atlı Kişi Derneklü Kayı İnal Han, Hazreti Muhammed Mustafa S. A. zamanında yaşar gösterilmiştir. Bu han, Bayat boyundan Dede Korkut’u, peygambere elçi gönderir. Dede Korkut üzerinde kısaca durulur. Buraya kadar özetleme kısmında da anlaşılacağı üzere, Reşideddin’in bu rivayetleri naklettiği XIV. asır başında Oğuz Türkleri, İslâmlıktan önce uzun bir kavmi tarihleri olduğuna inanıyorlardı. Kitapta verilen rakamlara göre, bu tarih aşağı yukarı 1400 yıllıktır. Kayı İnal Han’dan sonra oğlu Tuman küçük olduğu için tahta Köl Erki Han adında bir naip geçirilir. Tuman Han bütün hayvanların dilini bilir. Bir masal kahramanını andıran Tuman Han ile Köl Erki arasındaki çatışmalara oldukça geniş yer verilmiştir. Onlardan sonra gelen hanların hayatına ait anekdotlar da anlatılmıştır. Tarihi Oğuzan ve Türkân’da mekana ait kayıtlar daha geniş bir yer tutar ve gerçeklik intibaını verir. Başta Oğuz’un anayurdu, Türkistan’da Ipanç şehri yakınlarında bulunan Ortak ve Kürtak yaylak, Karakurum’daki Borsuk ise kışlak olarak gösterilmiştir. “Burada iki şehir vardı: Birisi Talaş, birisi Karı Sayran ki, bu son şehrin kırk kapısı vardı (Bugün orada Müslüman Türkler yaşıyorlar. Kunç’un memleketine yakındır ve Kaydu’ya aittir). Olcay Han’ın payitahtı bu yerde idi” (s. 17). Oğuz uzak seferler yaptıktan sonra, kazandığı ganimetleri arabalara yükleyerek bu şehre gönderir. Hayatının sonunda kendisi de Kürtak ve Ortak’a döner (s. 41). Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz’un anayurdu sayılabilecek bir yer yoktur. Geçmiş ile hâlihazır arasında bağlantılar kuran Reşideddin, sadece Oğuz’un değil, diğer şahısların kondukları ve göçtükleri yeri belirtir. Kün Han’ın veziri Irkıl Hoca Yeni Kentlidir. Rivayete göre bu şehri Oğuz yaptırmıştır (s. 49). Tarihi Oğuzan ve Türkân’da göçebe ve akıncı Oğuz’un belli bir yere bağlanması ve şehir kurması çok dikkate değer. Irkıl Hoca, Oğuz boylarına çeki düzen verirken sağ kol olan Bozoklara Sayram sınırları ile Başgurd dağlarını, sol kol olan Üçoklara ise Oğuz’un anayurdu olan Ortak, Kürtak ile Yeryurt, Tuğluk, Almalık ve Akdağ’ı yaylak olarak verir. Bozoklar Borsuz, Akdağ, Namalıs ve Basarkum’da, Üçoklar ise Kayıdere, Asamaş, Kur Sengri, Kayı Durdu, Yar Sengri’de kışlarlar

 

Yorum yazabilirsiniz